| Hüzünlü Mabet 'AYASOFYA' |
Ayasofya, hakkın batıla, hilal'in haç'a galibiyetinin simgesidir. Cennet Mekan Fatih'in ebediyen cami olmak üzere özel vakfiyesi ve bizlere emanetidir. Aslında çok şey ifade eder hüzünle bakan duvarlarında. Ayasofya'nın bin beş yüz senelik duvarlarını dinledin mi çok şey fısıldar aslında. İlk açıldığı gün İmparator Justinianus şöyle bağırmış: 'Seni geçtim ya Süleyman' diye bağırmıştır. Zaten imparator devletin bütün imkanlarıyla yaptırdığı Ayasofya'yı bir nevi Süleyman Mabed'inden daha büyük bir mabet yapma ve Justinianus, Hz. Süleyman'dan üstün olduğunu kanıtlama gayretiyle yaptırmıştır. Bizans döneminde bir çok musibet ve felaketin adresi olan Ayasofya bir çok tadilat ve tamirat görerek 29 Mayıs 1453 gününe kadar gelebilmiştir. Fatih'in emriyle ilk cuma namazı da İstanbul'da Ayasofya Camiinde kılınmıştır. O günden ta ki İstanbul işgal edilene kadar Müslümanlar Ayasofya Camiinde namazlarını eda edebilmişler. O günlerde itilaf devletlerinin hayellerinde tabi ki Ayasofya'ya tekrar çan ve haç takıp kiliseye dönüştürmek belirmiştir. Ayasofya'yı devralmak üzere fransız askeri taburu görevlendirilmiştir lakin Ayasofya'yı rahat rahat devralmayı bekleyen fransız askerler hiç beklemedikleri bir şeyle karşılaşmışlar. Hüseyin Yılmaz'ın Ayasofya kitabında bulunan ve o günü anlatan kısma yer vermek istyorum. ''Kasvetli bir gündü, İstanbul'un o yağmurlu, insanı kasvetten ağlatan mütareke günlerinin devirlerinden bir gün. Fransız taburu Ayasofya kapısına bütün teçhizatı ile dayanıyordu. Fakat binbaşılarından emir alan Türk Mehmetçikleri onları içeriye sokmadı, süngüsünü uzatarak taburun yolunu kesti. Caminin büyük giriş kapısına iki ağır makinalıyı çarpraz makas ateşi yapabilecek şekilde yerleştirilmişti. Türk kumandanı ağırbaşlı ve heyecanını saklar halde bu tarihi günde Allah'ına sığınarak, Fransız kumandanına sert ifade ile ne istediğini sorar. Camiye girip yerleşmek istediklerini öğrendiklerinde: -Buraya giremezsiniz ve giremeyeceksiniz. Çünkü burası benim mabedimdir, diye cevap verir. Fransız kumandanı ile aralarındaki konuşma aşağı yukarı kaynaklara göre şöyle geçiyordu: Fransız kumandanı sorar: -Siz asker değil misiniz? Burasını tahliye ederek bize teslim etmek için emir almadınız mı? der. Binbaşı Tevfik Bey bu sözler karşısında gürleyen bir sesle şöyle cevap verir: -Evet ben bir askerim. Bir asker olduğum için sizi, ben sağ oldukça bu kapıdan geçirmeyeceğim. Ben aynı zamanda Türk'üm ve bir Müslümanım ve burası benim mukaddes mabedimdir. En büyük amir olan vicdanımdan aldığım emirle sizi buraya sokmayacağım. Şayet cebren girmeye teşebbüs edecek olursanız, işte size ilk cevap verecek olan ağır makinalılar. Yalnız bu kadar da değil; eğer bunlar maksadı temin etmezse, caminin dört köşesine kafi miktarda tahrip kalıbı yerleştirdim. Her şeye rağmen teşebbüsünüzde ısrar ederseniz bu koca mabed bu taburun üstüne çökecektir ve siz bu mabede giremeyeceksiniz. Arzu ederseniz buyurun deneyin...'' Ne yaptılarsa Binbaşını ikna edememişler ve fransız askerleri bundan vazgeçmişlerdir. Aslında Binbaşı Tevfik Bey'in arkasındaki ismin gayriresmi olarak Sultan Vahüdettin olduğu da söylenir. Ayasofya'nın o işgal şartlarında bile ezanı okunmaya devam etmiştir. Tabi batılı devletler bu sevdadan böyle çabuk vazgeçer mi? Lozan'da ve ondan sonra Cumhuriyet döneminde 1935'e kadar kilise olması için baskılar sürmüştür. Atatürk'te 1935'te batılıların hayellerini kursaklarında bırakarak müze olmasına karar vermiştir. O zamanın şartları için konuşacak olursam mantıklı bir hamle yapılmış diyebilirim. Bu konuda eleştiriler de vardır. Günümüze gelindiğinde artık böyle bir baskının olması mümkün değil ve artık Ayasofya'nın hüzünlü duvarlarının artık şenlenme vakti gelmiştir. İstanbul ve feth'in sembolu olan Ayasofya Cami'sinin tekrar özüne dönme vakti gelmedi mi sizce? Yazımı Fatih'in Ayasofya Vakfiyesiyle ilgili yazısından özet bir kısımla bitirmek istiyorum. ''Nefis kilise Ayasofya, kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allâh'a, ahirete, O'nun heybetine inanan hiçbir mahluk, sultan olsun, hakim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şarlarını kim değiştirirse, Allâh'ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın.'' email: blog@doganozkocaman.com |
Osmanlılar İlhanlılar’ın Anadolu üzerindeki egemenlikleri süresince İlhanlı sikkelerini kullanmışlar, İlhanlı Valisi Timurtaş’ın Mısır’a kaçması üzerine de, H.727/1326-27 tarihinde kendi adlarına bastırılmış gümüş sikkeleri kullanmaya başlamışlardır. 15.Yüzyılın son çeyreğine kadar gümüş akçe ile bakır mangırdan oluşan Osmanlı sikkeleri, H.882/1478 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından sultani ya da hasane-i sultaniye adı altında ilk altın sikkenin darbettirilmesi (bastırılması) ile yeni ve önemli bir aşama kaydetmiştir. Çift metalli denebilecek Osmanlı para düzeninde temel ödeme aracı olarak gümüş akçe kullanılmıştır.; gümüş akçenin, gümüş içeriği düşürülmek suretiyle, gerekli görüldükçe tağşiş edilebilmesi mümkün bulunmaktadır, oysa altın liralar, altın içeriği Venedik dükası ve diğer yabancı sikkelere bağlı olduğu için, 17. Yüzyıl sonlarına kadar standardını korumuştur. Osmanlı para sistemi, 1844’e kadar, iki metaldeki, altın ve gümüşteki, fiyat dalgalanmalarına yol açtığı...
Yorumlar